Hakikat arayışında çoğu zaman yaşadığımız kırılma anlarının farkında olmayız. Oysa birçok şeyimizi bu anlara borçluyuz. Bazen okuduğumuz bir kitap, bir kayıp, bazen bir insan kendimizle yüzleşmenin, hakikate doğru bir adım atmamızın tetikleyicisi olabiliyor. Genellikle kendiyle yüzleşme biçiminde yaşanan bu durum, içinde müthiş sancılar barındırır. Tıpkı bir annenin doğum sancıları gibi.
Toplumsal hakikat yitimi, toplumun ortak doğrularının çürümesi olarak tarif edilebilir. Bu durum, toplumun manevi değerlerinin yozlaşarak yerini zora veya tamamen çıkara dayalı ilişkilere bırakmasıyla sonuçlanır. Ve bu, tarihteki ilk ezen-ezilen çelişkisinin gelişmesinden beridir egemenler tarafından topluma dayatılan bir durumdur. Bunun nedeni açıktır; çünkü hakikatin olduğu yerde yalana, dolayısıyla sahte olana kimse biat etmez. İşte yabancılaşma böyle başlar, yani toplumsal hakikatin yitirilmesiyle.
Hemen belirtmeli ki hiçbir yabancılaşma biçimi toplumsal hakikat yitiminden kopuk değildir. Çünkü toplumsal hakikat, her kesimden insanın ortak paydasıdır. Ezilen ve sömürülen halkların, sınıfların, kadınların, inanç gruplarının, gençlerin ve bireylerin ortaklaştığı yer toplumsal hakikattir. Bu nedenle, toplumun ortak doğruları saptırılıp unutturulmadan ne bir toplumsal kesim ne de bireyler sömürülemez. Ve yabancılaşmaya yol açan olguların hiçbiri toplumun doğasında yoktur. Ne yalan, ne sömürü ne de zor…
Yabancılaşmanın bin bir çeşidini yaşadığımız günümüz dünyasında hakiki olabilmek, dolayısıyla özüne uygun yaşayabilmek çok zordur. İçine doğduğumuz toplum çoktandır hakikatini yitirmiş ve içinde yer aldığımız sömürü çarkı bizi adeta hamur gibi yoğurup şekillendirmekte. Böylesi bir zeminde ve bu koşullarda kendi gerçekliğimizin farkına varmak kolay değildir. Bu nedenledir ki, hayatımızın ilk ve belki de en temel sınavı kendi hakikatimizi aramaktır. Hakikat arayışı, hakkıyla yaşamak isteyenler için bir tercih olmaktan çok bir zorunluluktur.
Hakikat arayışında çoğu zaman yaşadığımız kırılma anlarının farkında olmayız. Oysa birçok şeyimizi bu anlara borçluyuz. Bazen okuduğumuz bir kitap, bir kayıp, bazen bir insan kendimizle yüzleşmenin, hakikate doğru bir adım atmamızın tetikleyicisi olabiliyor. Genellikle kendiyle yüzleşme biçiminde yaşanan bu durum, içinde müthiş sancılar barındırır. Tıpkı bir annenin doğum sancıları gibi.
Matrix filmi örneğinde olduğu gibi, filmi izleyenler bilir. Matrix, insanların zihinlerinin bir bilgisayar simülasyonuna hapsedildiği, bedenlerinin ise makineler tarafından enerji kaynağı olarak kullanıldığı bir distopyayı anlatır. Ana karakter Neo, bu sahte dünyanın farkına varıp ‘gerçeğe uyanır’ ve insanlığın bir illüzyon içinde olduğunu fark eder. Ve Neo’nun kurtuluş macerası bu noktadan sonra başlar.
Bu noktaya gelen kişi artık istese de duramayacaktır. Belki hakikat arayışının onu nerelere götüreceğini, karşısına neler çıkaracağını öngöremeyecek ama yine de durmayacak, yürümeye devam edecektir. Kararlıysa, iradesi yetiyorsa devam edecektir. Daha fazla sorgulayacak, daha fazla merak edecektir. Ta ki onu yabancılaştıran nedenleri bir bir çözümleyene kadar, bir çeşit kendini doğurmanın acısı içinde…
Bunun için kişi hem kendisiyle mücadele edecek hem sistemle mücadele edecektir. Sistemle mücadele kendi içinde elbette zorluklar barındırıyor ama asıl zor olan kişinin kendisiyle olan mücadelesidir. Hatta bu, kişinin kendi dışında vereceği mücadelenin de temelidir. Kişi kendini dönüştürdüğü kadar, kendi özüne döndüğü kadar toplumu da bu konuda dönüştürebilir.
Burada işin belki de asıl kısmı alternatif bir yaşam arayışıdır. Bizi özümüze yabancılaştıran, sömürü düzeninin birer hizmetçisi durumuna getiren, herkesin kendini düşündüğü, güçlü olanın her şeye karar verdiği bu yaşama karşı güçlü bir tutum almadan kurtuluş da mümkün değildir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, sorun toplumsaldır. Yaşadığımız yabancılaşmanın kaynağında hakikati çarpıtılmış toplum vardır. Bu nedenle olacaksa bir kurtuluş toplumsal olmalıdır. Bu da alternatif dediğimiz yaşamı, kendi şahsımızda ve çevremizde kurmakla olur. Yani “düzenin içinden, ona karşıtlık temelinde” ilkesine göre yaşamakla olabilir.
Var olana karşıtlık ve alternatif olanı kurmak iç içedir. Bu kendi başına bir yaşam tarzıdır. Ben verili yaşam tarzını bıraktım demekle kimse bırakmış olmaz. Bu bir süreç, bir mücadele olayıdır. Bir yandan alternatif olarak belirlenen yaşamın ilkelerine göre yaşamak, bir yandan da karşı olunan yaşam biçimiyle mücadele edilir. Örneğin, cinsiyet özgürlüğünü ilke olarak benimseyen bir insan, bunun mücadelesini de vermek durumundadır. Yoksa bu ilkeye göre yaşaması mümkün değildir, çünkü içinde yaşadığı düzen ve ilişkiler son derece erkekçidir. Keza demokrat olan bir insan demokrasi mücadelesi vermek durumundadır. Son derece baskıcı ve antidemokratik bir toplumda yaşıyoruz. İrademizin, fikir ve kararlarımızın her gün çiğnendiği bir zeminde mücadele etmeden demokrat olunamaz.
Bundan yola çıkarak ihtiyacımız olan yüzeysel değişimler değil, köklü toplumsal ve bireysel dönüşümdür. Devrimin özü buradadır, bunu başardığımız ölçüde başarabiliriz. İnsanlığın geleceği, bu dönüşümün yaratacağı yeni ahlaki ve politik zeminde yükselecektir.
Alan Alici









