Antik Yunan’dan bu yana adaletin sembolü olarak kabul edilen Themis, bir elinde terazi, diğer elinde kılıç tutan, gözleri bağlı bir kadın figürüyle temsil edilir. Bu figür, tarafsızlığın, eşitliğin ve evrensel adaletin sembolü olarak kabul edilmektedir.
Adaletin sureti kadın olsa da tarih boyunca adaletsizliği en derinden yaşayanlar yine kadınlardır. Adalet tanrıçası kadınken; yakılan, taşlanan, işkenceye uğrayan, fahişe olarak damgalanan, susturulan ve görünmez kılınan kadın olmuştur. Kadının bedeni, sesi ve varlığı; sistemli bir biçimde kontrol altına alınmış, toplumun her alanında ikincilleştirilmiştir.
Baktığımızda, “Adalet” kavramı birçok dilde dişil bir kelimedir; hatta bazı dillerde doğrudan kadın ismi olarak karşımıza çıkıyor. Ancak ne büyük trajedidir ki, günümüzde adaletin arandığı mahkeme salonlarında en çok adaletsizliğe uğrayan yine kadın olmaktadır.
Çocuk yaşta evlendirilen kız çocukları, “erkeği tahrik ettiği” bahanesiyle tecavüze uğruyor ve suçlu ilan ediliyor. Dövülen, aldatılan, hakarete uğrayan kadın; çoğu zaman “yuvanı koru” denilerek şiddetin kucağına geri gönderiliyor. Kadınlar, kendi bedenleri ve yaşamları üzerinde söz sahibi olmak istediklerinde yargılanıyor, tehdit ediliyor, susturuluyor. Ve kimi zaman yalnızca “kadın” oldukları için öldürülüyorlar. Tıpkı Mahsa Amini ve daha bir nice kadın gibi…
Kadınlara yönelik bu sistematik adaletsizlik, yalnızca modern çağın değil; insanlık tarihinin en köklü sorunlarından biridir. Bu düzenin kökeni, mitolojinin karanlık anlatılarına kadar uzanır. Birçok mitolojik hikâyede erkek tanrılar, kendilerinden önceki düzeni temsil eden bir tanrıçayı öldürerek kendi iktidarlarını sağlamış olduklarını görüyoruz. Böylece dünyaya yeni yasalar, yeni bir hiyerarşi ve yeni bir egemenlik anlayışı getirmişlerdir.
Bu tahakkümün, kadın bedeninin ve ruhunun bastırılması üzerine kurulduğunu görüyoruz. Bir zamanlar yaşamın kaynağı, doğurganlığın ve bilgeliğin simgesi olan kadın; ataerkil sistemin yükselişiyle birlikte “günahın kaynağına” dönüştürülmüştür. Artık kadın baştan çıkaran, kandıran, fitne yaratan bir varlıktır. Düzene başkaldıranlar ise ateşlerde yakılmış, taşlanmış, diri diri gömülmüştür.
Oysa insanlık tarihinin en eski dönemlerinde toplumsal yaşamın temelini atan, ahlaki ilkeleri ve paylaşım kültürünü yaratanlar kadınlardı. Kadının bedeni ve emeği, doğanın bereketiyle özdeş görülür, kutsal sayılırdı.
Ancak ataerkil sistemin yükselişiyle birlikte bu kutsallık yok edilmiş. Kadının yaratıcı gücü, erkek otoritesine tehdit olarak görülmüş. Böylece “erkek yasa” ve “erkek adalet” dönemi başlamış. Bu zihniyet, sadece mitolojiyi değil, devletlerin hukuk sistemlerini, dinleri ve ahlak anlayışlarını da şekillendirmiştir. Kadın, yasalarda korunması gereken bir varlık değil, denetlenmesi gereken bir unsur olarak konumlandırılmıştır.
Bugün kendini en demokratik ilan eden ülkelerden en otoriter rejimlere kadar hemen her hukuk sistemi, kadınlar söz konusu olduğunda eşitlik ilkesinden sapmaktadır. Kadın cinayetlerinde failler indirimlerle ödüllendirilirken, adalet arayan kadınlar yıllarca süren davalarda susturulmaktadır. Kadının adaletle kurduğu ilişki, onu koruyan değil; ona sınır çizen, onu yargılayan bir ilişki haline getirilmiştir. Kağıt üzerindeki eşitlik iddiaları, uluslararası sözleşmeler ve reformlar, ne yazık ki bu gerçeği değiştirmeye yetmemektedir. Çünkü adalet, sistemin özünde erkek egemen bir kavram olarak biçimlenmiştir.
Bugün dünyanın dört bir yanında binlerce kadın, ataerkil düzenin beslediği hukuk sisteminin sessizce öldürdüğü birer kurban olarak toprağa karışıyor. Her biri Themis’in terazisinde eksilen bir dengeyi, kırılan bir adalet duygusunu simgeliyor. Adalet tanrıçası kadınken, adaletten en çok mahrum bırakılan yine kadın olmuştur.
Gerçek adalet, ancak kadının toplumun her alanında eşit özne olarak yer aldığı, hukukun erkek aklıyla değil, insan aklıyla şekillendiği bir dünyada mümkün olacaktır.
Gamze Özdemir