Bugünün kapitalist modernitesinde egemenlik; sadece sınıfsal ya da cinsiyet temelli değil, aynı zamanda yaş temelli bir tahakküm ilişkisi üzerinden de inşa edilmektedir. Bu yapıya teorik zeminde gerontokrasi diyoruz. Gerontokrasi, iktidar ve karar alma mekanizmalarının yaşlı erkekler tarafından işgal edilmesiyle ortaya çıkan bir sistemsel tıkanma biçimidir.
Devlet aygıtı bu anlamda sadece egemen sınıfın değil; yaşlı, ataerkil, militarist aklın kurumsallaşmış halidir.
Bugün dünya genelinde devlet başkanlarına, parlamentolara ve yüksek yargı kurumlarına bakıldığında; yaş ortalaması 60’ın üzerinde olan, ideolojik olarak ise soğuk savaş dönemine sıkışmış, yenilenmeye direnen bir kadronun hâkimiyeti göze çarpar. Bu, tesadüfi bir demografik durum değil; kapitalist uygarlığın kendi sürekliliğini yaşlı muhafızlarla güvence altına alma çabasıdır.
Gerontokrasi, burada sadece bir yaş grubu değil; zihinsel bir kapanma, politik yaratıcılığın felce uğratılması, toplumsal dinamizmin baskılanması anlamına gelir. Devlet aklı, gençliği tehlike; kadınları istikrarsızlık, halk hareketlerini ise “çılgınlık” olarak kodlayan bu katılaşmış erkek aklın temsilidir. Abdullah Öcalan bu yapıyı şöyle ifade eder:
“Devlet, kutsallaştırılmış bir yaşlı erkek aklıdır. Bu akıl, yaşamı değil ölümü, değişimi değil durağanlığı, toplumu değil iktidarı esas alır.”
Ulus-devlet, inşa edildiği günden bu yana kurumsal bir yaşlılaştırma makinesi gibi çalışır. Kurucu irade, birkaç kuşak sonra kutsallaştırılır; anayasa, ilkeler, bürokrasi ise bu kurucu “baba” figürün gölgesinde şekillenir. Otorite, giderek yaşlılığın bilgeliği kisvesi altında katılaşır. Her şey “biz bu filmi gördük” diyenlerce yönetilir.
Bu noktada Öcalan’ın devlete dair çözümlemesi devreye girer:
“Devletin kendisi bir baba iktidarıdır. Baba kutsallaştıkça toplum köleleşir. Gençliği ve kadını bastıran bu yapı, halkı kendi yaşamından koparır.” Devlet, her zaman yaşlıdır; halk ise hep gençtir. Ve bu yüzden aralarındaki çelişki süreklidir.
Tarih boyunca tüm devrimler, gerontokrat devlet aklının krizlerinden doğmuştur. Fransız Devrimi, Sovyetler’in ilk yılları, Latin Amerika halk hareketleri, Ortadoğu’daki direniş dalgaları hepsi, yaşlı ve kokuşmuş devlet yapılarının gençlik iradesiyle çatıştığı dönemlerin ürünüdür.
Bugün de yaşadığımız şey tam olarak budur. Gençlik; ekoloji, emek, cinsiyet, özgürlük talepleriyle sahneye çıkarken; devletler sürekli aynı yüzleri, aynı sözleri, aynı çözümsüzlükleri dayatmaktadır. Bu kriz, gerontokrasinin bizzat kendi sınırlarına çarpmasıdır.
Her halk, kendi hafızasını taşır; tarih de özünde toplumun kollektif hafızasıdır ama bu hafıza, bir statüko yaratıyorsa onu sorgulamak gerekir. Hafıza, direnişe değil itaate hizmet ediyorsa, onu devrimle terbiye etmek şarttır. Çünkü devrimci özne; geçmişi yüceltmek için değil, anı ve geleceği örgütlemek için vardır. Devrimci Çözüm: devleti gençleştirmek değil, aşmaktır. Gerontokrasiye karşı mücadele, yalnızca yaşlı siyasetçilere karşı genç liderler çıkarmak değildir. Bu, reformist bir yanılgıdır. Mesele sadece kim yönetecek sorusu değil; nasıl bir yönetim ve toplumsallık kurulacağı meselesidir.
Örgütsel bakışla, bu krize cevabımız açık olmalıdır:
Hiyerarşiyi değil, komünaliteyi kurmak.
Otoriteyi değil, meclisleri inşa etmek.
Yaşlı aklı değil, kolektif aklı esas almak.
Gerontokrasiye karşı durmak, sadece yaşa değil; iktidarı tek elde tutma alışkanlığına, yenilenmeye kapalı yapıya, gelenekle aklı rehin alma kültürüne karşı durmaktır.
Sakine Cansız’ın bu konuda söylediği, tarihsel bir uyarıdır:
“Devrim, gençliğe sırtını dönerek kazanılamaz. Çünkü devrim, ezberleri bozmaktır. Yaşamı yeniden kurmaktır.”
Devrim, gençliği bir “yaş” olarak değil; bir eylem biçimi olarak tanımlar.
Dilçem Işık