Halbuki bu düzende işçinin örgütsüz olması, savunmasız kalması demek. Patronun iki dudağı arasında yaşamak demek. Ne zaman çıkarılacağını bilmeden, ne zaman hakkının gasp edileceğini bilmeden yaşamak demek.
Geçtiğimiz günlerde sendikamıza başvuran iki işçi arkadaş, işten çıkarıldıktan sonra hak ettikleri alacakları için yardım istedi. Biz de oturduk, tek tek çalıştıkları günleri, aldıkları maaşları, hak ettikleri tazminatları hesapladık. Önce firmalara yazılı olarak ulaştık, sonra da yüz yüze konuştuk. Sessizce, barışçıl bir şekilde çözelim dedik. Ama ne ses geldi ne de bir adım atıldı. Bunun üzerine yüklenici firmanın önünde direnişe başladık.
İşyerinin kapısına vardığımızda, yetkililer bizi hemen içeri aldı. “Hak varsa öderiz” dediler. Ama toplantının sonunda klasik oyun başladı: Suçu taşerona attılar. Oysa bu memlekette taşeron sistemini bilmeyen tek bir kamu görevlisi yok! Yine de bizi taşeron firmanın plazasında bir görüşmeye çağırdılar.
Düşünün; yıllarca emek verdiğiniz binaya, hakkınızı aramak için bile ancak izinle girebiliyorsunuz. İçerideyse, masa başlarında kibirle dökülen yalanlar var. Önümüze belgeler serildi. Şirket “Biz kimsenin hakkını yemedik” dedi. Ama biliyoruz: İnşaatlarda bir değil, iki maaş vardır. Biri kağıt üstünde, diğeri gerçek hayatta.
Resmi bordroda asgari ücret yazıyor, ama usta işçi 60 bin liraya çalışıyor. 22 bin lira üzerinden sigorta yatıyor. Yani hem işçinin geleceğinden hem kamunun vergisinden hem de hepimizin hakkından çalınıyor. Üstelik bu sadece bir şirket değil, neredeyse bütün büyük şantiyelerde aynı oyun oynanıyor. Devletin eliyle yapılan binalar, devletin gözü önünde vergisizleştiriliyor.
Yasa açık: İşçiye ne ödeniyorsa, bordroya da o yazılmalı. Ama bu ülkede yasa kâğıtta duruyor, işçinin cebi hâlâ boş.
Şirketin avukatı geldi, tek cümle kurdu: “Belge var mı?”
Var kardeşim, var!
İşçinin hesabına yatan paralar, şantiyede tutulan kayıtlar, tanık ifadeleri… Ama duymuyorlar, görmüyorlar, konuşmuyorlar. Gerçeği görmek istemiyorlar. Biz de askıya aldığımız eylemi tekrar başlattık.
Eylem sırasında yetkililer pankartımızı söküp atmak istedi. Ama karşılarında dimdik duran işçiyi görünce geri adım attılar. Çünkü bu kez işçi yalnız değildi!
İşçiler evine ekmek götürmek için canını dişine takıyor. Sabahın köründe kalkıp, tozun toprağın içinde, saatlerce ayakta, yağmurda çamurda çalışıyor. Ne güvenlik var ne de insanca şartlar. Ama tüm bu yorgunluğu, tüm bu cefayı sırtlayan işçi, hakkını aramak söz konusu olunca geri duruyor. Örgütlenmeye, sendikaya katılmaya hâlâ çekiniyor.
Halbuki bu düzende işçinin örgütsüz olması, savunmasız kalması demek. Patronun iki dudağı arasında yaşamak demek. Ne zaman çıkarılacağını bilmeden, ne zaman hakkının gasp edileceğini bilmeden yaşamak demek.
O yüzden çağrımız nettir:
Örgütlenin! Sendikalı olun!
Ama en önce kendi aranızda birlik kurun. Dayanışmayı büyütün. Çünkü işçi yan yana durursa, sadece bina değil, hayat da kurulur.
Bugün inşa ettiğiniz binaya bile alınmıyorsanız, yarın o binada adınız bile anılmaz. Ama birlikte direnirse emek, sadece duvar değil, adalet de örer. Barışı da getirir. Özgürlüğü de inşa eder. Bugün biz bunu başardık. Direnişimiz kazanımla sonuçlandı. Ama bu sadece bir adım. Asıl bütün yol, işçinin örgütlü gücünü kurmasından geçiyor.
Çift bordrolara, çifte yalanlara, persona’lara, savaşlara karşı tek cevabımız var: Birlik, mücadele ve dayanışma.
Nihat Demir/ Yeni Yaşam Gazetesi