HABER MERKEZİ- Bir zamanlar özgür düşünce ve bilim üretme merkezleri olan üniversiteler, bilinçli bir çöküş sürecine mahkûm edilmiştir. Eskiden toplumda üniversite öğrencileri “aydın” olarak tanımlanırken, bugün bu sıfatı hak edenlerin sayısı giderek azalıyor. Üstelik aydınlık, üniversitelerin sağladığı bilgi ve bilinçten çok, bireyin kendi sorgulamalarından doğuyor. Peki, ne oldu da üniversiteler birer düşünme ve tartışma alanı olmaktan çıktı? Tarihsel süreçlerde devrimlere, değişim ve dönüşümlere öncülük yapan öğrenci gençlik neden her geçen gün daha fazla edilgenleşiyor?
Herkesçe bilinir ki, kapitalizmin en çok korktuğu kesim gençliktir. Hele ki konu “öğrenci gençlik” olduğunda, egemenlerin adeta uykusu kaçmakta. Bu nedenle gençliği bastırıp, toplumun bu dinamik ve nitelikli gücünü kendine bağlayarak birer eleman yapmaya çalışmaktadırlar. Öğrenci gençliğe uygulanan özel savaş politikalarının temelinde de bu gerçeklik yatmaktadır. Amaç, öğrenci gençliği kapitalizmin hizmetine almaktır. Bunu başaramadığında da, onları bireysel çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen, sorgulamayan ve sesi çıkmayan bir nesil olarak yetiştirmektir.
Bugün üniversite öğrencilerine baktığımızda, bu durumu çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Muazzam derecede yalnızlaştırılıp bencilleştirilmek istenen bir gençlik oluşturulmaya çalışılıyor. Daha okula başlar başlamaz öğrencinin bilinçaltına “Bu hayatta kimseye güvenmemelisin” algısı yerleştirilmektedir. Çok açık ki bununla öğrencilerin toplumsal sorunlara karşı duyarsızlaşması ve sadece kendi bireysel çıkarlarına mahkûm olması sağlanmaktadır. Böylece sorgulama yetisi öldürülüyor. Çünkü biliniyor ki, fikir ve eylemlerin oluşumunu sağlayan etmenler yaşamdaki tartışmalardan ortaya çıkmaktadır. İşte bu yüzden, daha okula başlar başlamaz tartışmaların oluşacağı zeminler yok edilmektedir.
Bu durumun en net görüldüğü yerlerden biri de üniversitelerin yapısal düzenidir. Üniversiteler artık bilginin ve toplumsal dayanışmanın merkezi olmaktan çıkmış, bilinçli bir ayrıştırma politikasının uygulandığı mekânlara dönüşmüştür. Kampüslerin bölünmesi, fakültelerin uzak mesafelerde inşa edilmesi, öğrencilerin birbirleriyle tanışmasını ve ortak bir bilinç oluşturmasını engellemek adına yapılmaktadır. Yine kulüp ve topluluklar kapatılarak, güvenlik soruşturmaları getirilerek komünal düşünce üretmenin önü kesilmekte ve sürekli bir denetim mekanizması hissettirilmektedir. Kitleselleşmenin ve dayanışmanın önüne geçmek için öğrencilerin bir araya gelmesi sistematik olarak zorlaştırılmaktadır.
Ayrıca, öğrencilerin hangi kitapları okuduğunu takip etmek gibi kontrol mekanizmaları da devreye sokulmuştur. Üniversite kütüphanelerinde bulunan her kitap çiplenmiş, kimlik kartı olmadan alınamaz hâle getirilmiştir. Özellikle Kürdistan’da, çok sayıda “sistemin kendi fikirlerine karşıt” kitap bilerek raflara yerleştirilmekte ve kimlerin bu kitaplara yöneldiği kayıt altına alınmaktadır. Bu, sadece bir izleme mekanizması değil, aynı zamanda bir korku politikasıdır.
Tüm bu özel savaş politikalarının başında ise kayyumlar ve polis abluka sistemi gelmektedir. Bugün, Kürdistan ve Türkiye’deki tüm üniversiteler kayyum eliyle yönetilmekte, kampüsler polis ve ÖGB’lerle doldurulmakta, rektör ve dekanlar öğrencilere ajanlık dayatması yapmaktadır. Gençliğe verecek bir şeyleri kalmadığı için onlara sadece boş hayaller satmaktadırlar: “Çok çalışırsan zengin olabilirsin” yalanıyla ve “kariyer merkezleri” adı altında gençler sisteme entegre edilmeye çalışılmaktadır. Oysa biliyoruz ki, kapitalizm sadece kendi seçtiği binde birlik bir kesimi zenginleştirirken, geriye kalanları sömürmeyi esas alan bir düzendir.
Ancak bizler, bu uygulama ve teslimiyet dayatmalarını kabul etmek zorunda değiliz. Üniversiteleri, sorunlarımızı konuşabildiğimiz, tartışabildiğimiz alanlara dönüştürmek mümkündür ve bunun tek yolu da kendi yürüteceğimiz örgütlü mücadeleye bağlıdır. Ve yine unutmamalıyız ki, toplumsal devrim, gençliğin kendi kimliğini bulmasıyla başlar ve bu kimlik ancak bilinçle kazanılır.