HABER MERKEZİ- Günümüzde kadın ve aile sorunu en önemli konulardan biridir; üzerinde oyun oynanılan, hakkında çok konuşulan bir konudur. Uğrunda birçok şeyin yapıldığı, gerçeğimizde ise bazılarının cinayet bile işlediği, bazılarının türkü yaktığı, oyunlar oynadığı bir konudur. Bizim gerçeğimizde bu konu düşmandan daha fazla öldürücü bir etkiyle yer edinmiştir. Daha önce kadın ve aile sorununa açıklık getirdik, ama bunu daha da geliştirmek istiyoruz.
Aydınlık-karanlık, sıcak-soğuk, elektron-proton, pozitif-negatif doğa için neyse, kadın-erkek de doğa için öyledir. Yani erkeklik-dişilik de doğanın bir gerçeğidir. Lakin sorun onu hatırlatmak değildir. Doğa gerçeği hakkında fazla ahkam kesmeye de gerek yok. Bu çok yalın doğa gerçeği bizde ne hal almış onu inceleyelim. Baskı, genellikle bir nesneyi, bir olguyu o nesne ve olgu olmaktan çıkartır. Eğer bir bitki çok sert bir taş darbesi alırsa, o nesne bitki olmaktan çıkar. Bitki güzeldir, fakat taş çok sert olduğu için onu ezer geçer. Böylesi gelişmelere doğada tanık olunabilir. Toplumda da buna benzer baskı türleri vardır. Yaşaması gerekenler, sert bir baskıyla ortadan kaldırılabiliyor. Bizim halk gerçekliğimiz de biraz bu durumu yaşıyor. Zayıf ve bu duruma getirilmiş bir halk, nedenleri ne olursa olsun tasfiye de olabilir. Büyük balık, küçük balığı yutabilir. Yılanlar, güzel birçok yavruyu midelerine oturtabilirler. Timsahlar, o müthiş azgın dişlerinin arasına canlı bir nesneyi alıp olduğu gibi yutabilir. Ardından da gözyaşı dökebilir. Bunlar da yaşanan gerçekliklerdir.
Aslında henüz doğada şu tanım yapılmamıştır: Erkeklik evrende ne kadar geçerlidir, dişilik ne kadar geçerlidir? Sanıyorum bu sorun, insan özgülündeki kadar çapraşık ve çelişkili değildir. Özellikle ne lehte ne aleyhte fazla sonuç vermemesi gerekiyor. Bu, bilimsel olarak da doğrulanmıştır ki, insan toplumunda kadın cinsi üzerindeki aleyhte gelişmeler (doğal dişilik özelliğinden ziyade) uygarlığa, sınıflı topluma geçişle birlikte baskı, haksızlık ve sömürünün gelişme dönemlerinde dişilik faktörü dezavantaj olarak kullanılmış, baskı ve sömürü konusu haline getirilmiştir. Bunun doğru bir bilimsel tespit olduğu kanısındayım. Yoksa kendi başına dişilik ne sömürüyü ne de sömürülmeyi ne baskıya uğramayı ne de baskı uygulamayı izah eder. Toplumsal örgütlenişe, ondan da baskı ve sömürü sisteminin gelişmesine bağlamak doğru bir değerlendirmedir. Dişilik özelliğinin bazı fırsatlar sunması belirleyici değildir. Kadının fiziki olarak zayıflığı da belirleyici bir neden olarak öne sürülemez. Kaldı ki, tarih de buna dair örnekler sunuyor. Demek ki cins üzerindeki baskı, baskı ve sömürü düzenlerinin gelişmesine bağlıdır. Aile ise, klan-kabile topluluklarının bir evrim biçimi oluyor, bir evrimleşme veya bir topluluk biçimi olarak karşımıza çıkıyor.
Aile, ilk topluluk biçimlerinden günümüze kadar kendini yaşatmak isteyen bir kurum olarak işin içine girmiştir. İnsan türünün bir araya gelişi aile denilen bir kurumlaşmaya yol açmıştır. İlk topluluk biçiminde aile, klan ve kabile arasında fazla ayırım yoktur, hemen hemen aynıdır. Her toplum içinde ayrışması, ayrı bir kurum haline gelmesi daha çok sınıflı toplumun gelişmesiyle mümkün oluyor ve kendine özgü özellikler kazanıyor. Şunu da belirtebiliriz; mevcut tarihsel biçimleriyle aile, uygarlığın gelişmesiyle veya diğer bir değişle baskı ve sömürü düzeninin gelişim süreci içerisinde kendini gittikçe özelleştiren bir kurumdur.
Köle düzeni ortaya çıktığında, köle sahipleri görkemli aileler ortaya çıkardılar. Gerçekten köleci dönemin çok görkemli bazı eserleri vardır. O büyük aile mezarları köleci dönemde, köle devletlerinde ortaya çıktı. O dönemlerdeki bir aile mezarı, şimdiki en değme mabuttan daha değerlidir. Veya bir konser salonundan, bir eğlence-dinleme yerinden daha görkemlidir. Bu mezarlardan ortaya şu çıkıyor; köle sahiplerinde aile çok büyük bir olay. Neden böyledir? Baskı ve sömürünün ana noktalarından birisi olan aile ne kadar güçlü olursa olsun ilk defa yakalamış oldukları bu büyük devletleşmeyle, toplum üstü bir durumla tanrısallaşmaya doğru gidiyor, aile de bunun en çok somutlaştığı bir biçimi oluyor. Aynı zamanda insanlar ölümsüzlüğü yaşamak istiyorlar. Mısır firavunlarının mezarlarında halen mumyaları duruyor. İmparator; ailesiyle, sülalesiyle, bütün hanedanlarıyla, çevresindeki kadınlarıyla taş gibi donmuş bir biçimde yeraltındadır. Ölümsüzlük peşinde olmakla birlikte, kendilerini doğanın ve toplumun üstünde bir biçimde tanrılaştırıyorlar. Böylece bunu günümüze kadar yansıtıyorlar. Mimariye de bu temelde yaklaşıyorlar. Fakat kölelerin aileleri yok, aile kurma hakkı bile yok. Bu da bir gerçek.
Bilindiği gibi, feodal dönemde hanedanlık daha da geliştirildi. Aslında büyük hanedanlıklar feodal döneme özgüdür. İslamiyet’teki Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı hanedanlıkları çok görkemli birer aile devletidirler. Bu dönemin serfleri ise yavaş yavaş aile kurma hakkını elde ediyorlar. Aile kurmak, serflik dönemine özgüdür. Alt tabakaların aile kurması, aileciliğin gelişmesi feodal düzenleniş altında ve köleciliğin aşılmasıyla birlikte oluyor.
Kapitalizm bir sistem olarak geliştiğinde ise bu sefer bütün görkemliliğiyle burjuva aileler ortaya çıktı. Avrupa’da bunların etkileri halen çok diridir. Fransa’da, İtalya’da ve Almanya’da halen çok güçlü burjuva aileler var. Bu konuda İngiltere de aynı durumdadır. Aile, kapitalist sistemde alt tabakada, proletaryada biraz daha gelişti. Sömürü ile bağı çok açık, sömürüden dolayı aile gelişemiyor; kölede, serfte ve proletaryada durum böyle. Fakat sömürücü-baskıcı sınıfta ise aile müthiş gelişiyor. Tabii adı aile!
Ailenin tanımını nasıl yapmalıyız? Bu kadar sömürüye-sömürülmeye, baskıya ve bastırılmaya bağlı bir kurum içinde neler olmaz, ne oyunlar dönmez ki! Böyle bir kurum, en çok araştırılması gereken bir kurumdur. Aslında bu konuda araştırmalar yeni yeni yapılıyor. Ailenin içeriği, dayandığı felsefi temeli, yarattığı sorunlar şimdi görülmeye çalışılıyor. Özellikle müthiş bir nüfus artışı da söz konusu. Bu nüfus artışının insanlığı, dünyayı tehdit ettiği söyleniyor. Bunun aileyle bağlantısı var. Günümüzün emperyalist sisteminde, gerek ezilen bağımlı halklarda ortaya çıkan aile sorunları ve gerekse de kapitalist-emperyalist ülkelerdeki aile sorunları insanlığı tehdit ediyor. Tedbir alınmazsa bu dünya yaşanılamaz. Kabul görmüş biçimiyle ailecilik, insanlığın temel kurumu olması şurada kalsın, insanlığın sonunu getirmeye doğru gidiyor.
Dolayısıyla aile ve aileyle dolaylı bağlantılı ilişki biçimleri araştırılacak, değerlendirilecek ve bir çıkış yolu bulunacaktır. Çünkü iki cins arasındaki ilişki düzeni bugün insanlığı tehdit ediyor. Afrika’da, Latin Amerika’da, Ortadoğu’da bulunan halklarda iki cins arasındaki ilişki bir bunalım kaynağıdır. Yalnız nüfus artışında değil, eğitimsizlik, işsizlik, ruhi bunalım gibi sorunları yaratmada tam bir çöküş kurumu haline geldiği gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerde ise, daha da beterin beteri bir sonuca doğru gidildiği görülmektedir.
Cinsel ilişki ve özellikle de onun düzenleniş, konumlanış tarzı gelişmiş kapitalist ülkeleri iflasa götürmüştür. Getirilen kurallar, ahlak adına ahlaksızlığı zirveye çıkarıyor. Afrika gibi klan düzeninin etkileri olduğu yerde ise cinsellik, bir hastalık halini alıyor. Cinsel güdüler yaşamı içinden çıkılamaz duruma getirmiştir. Şu çok açık ki, günümüzde hızından hiçbir şey kaybetmeksizin genelde aile ve cinsler arası ilişki tarzının, özelde ise aile kurumunun en çok sorgulanmaya ve mümkünse yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Bu ilişkilerin muazzam sorgulanması yapılıyor ve yenileri geliştirilmeye çalışılıyor, ama henüz çözüm bulunmuş değil. Dinler belli bir biçim getirmek istediler. Yine sosyo-ekonomik biçimler kendilerine göre bir şeyler yapmak istediler. Örneğin ahlak kanunları geliştirmek istediler. Fakat hepsi yetersiz kalıyor.
Soruna ilişkin yeni felsefi ve ahlaki temel, hatta yeni yaklaşım ne olacak? Bilimin gelişmesi ile birlikte bu konuda ne söylenebilir? Dikkatle değerlendirmek ve incelemek gerekir, çünkü bu sorun bir bütün olarak toplumun sorunlarına çok yakından bağlıdır. Toplumda en temel kurum diye anılan bu kurumun sorunları bilime ne kadar bağlı bir çözüm bulunur, bilime ne kadar yansıtılabilir konusuna gelince fazla derin düşünmeye, felsefe yapmaya gerek yok. Ama çok ciddi bir problem olarak insanlığın karşısında durduğu açıktır. Bilim bir çözüme doğru gidebilir, felsefe ve ahlak bir şeyler geliştirmek isteyebilir. Bu temelde mutlaka ilişki biçimlerine çözüm bulunacaktır. Yeni ilişki biçimleri ortaya çıkarılacaktır. Yaşam daha kabul edilebilir sınırlamalar dahilinde biraz daha özgürlük yanı gelişerek devam edecektir.
Genellemeler ışığında kendi gerçeğimize bakalım. Batmış bir halk gerçeği en yıkıcı etkilerini ve sonuçlarını ayakta kalan tek kurum olarak aile kurumu içinde gösterir. “Elde tek aile kaldı” denildiği gibi, acaba gerçekten ayakta kalmış mıdır? Ulusal gerçeklik ezildikten, bütün toplumsal kurum ve ilişkiler düzeni çözüldükten, teslim alındıktan, yıkıldıktan, sömürüye, baskıya uğradıktan ve asimilasyonla tasfiye edildikten sonra elde kalan aileye ne denilebilir ki! Hele aile uğruna her şeyi göze almak ne demektir? Varını-yoğunu bir aile için harcamak ne demektir? Aile dışında hiçbir amaç gözetmemek ne demektir? “Her şey ailecilik için” demek nedir? Aydınlığa kavuşması gereken temel sorular bunlardır.
Bize göre gerçek felaket, böyle bir aile gerçeğimizin olmasıdır. Çünkü her şeyin yitirildiği, kaybedildiği bir durumun yaşanmasına rağmen, “son dayanağım, varlığım, onsuz edemediğim, dinim, imanım, varım-yoğum” biçiminde aileye sarılmak, büyük bir sapmadır, öze yabancılaşmadır, tükenmedir, kendisini çok gerçek dışı ve apolitik yapmadır, anti ulusal olmadır. Hatta bizdeki aile, toplumun diğer kurumlarına karşı kişileri cahil ve işlevsiz bırakma durumunu yaratmaktadır. Aile gerçeğimiz içinde yetişen o kişiler de bizleriz. Demek ki başka ülkelerde ailenin tutucu olma değeri bir ise, bizde bindir. Hele bu da çok ilkel kabile döneminin özellikleriyle, düşmanın özel savaş yöntemleriyle bütünleştirilerek bize sunulmuşsa gerçek bir felaketle karşı karşıyayız demektir. Yeni doğan biri, gözünü yaşama daha açar açmaz bütün güvencesini aile içinde buluyor. Biraz büyür büyümez güvenceyi aile kurmakta buluyor. Aile de tüm gücüyle “birbirimize çok muhtacız, her şeyimizle bu kurumumuzu yaşatalım” der. Genci de, ihtiyarı da bunu söyler. Ulusmuş, toplummuş, diğer kurum ve kuruluşların geliştirilmesiymiş umurunda bile değil. Bunları çok gereksiz görür.