Sosyalizm ve öz yönetim mücadelesinde ekolojik toplum hedefi vazgeçilmez önemdedir. Ekolojinin kurtuluşu direkt olarak insanlığın kurtuluşu, ekolojinin imhası insanlığın imhası haline gelmiştir. Sermaye birikimi adına kazanamayacağı, sonu yok oluş olan savaşlara giren burjuvazi ancak kendi sınıf toplumunun aşılması ile durdurulabilecektir.
İnsanlık, evrim süreci boyunca doğa ile büyük oranda uyum içinde yaşamıştır. Avcı-toplayıcı toplumdan kabile toplumuna geçme evresinde ise insanlık ilk yerleşim yerlerini kurmuş, komünal yaşam sürecine girerek doğayı ilk kez organize bir biçimde kendi yararı için kullanmaya tarımla başlamıştır. İnsanlar bu dönem içerisinde tarımı sadece yaşamsal faaliyetlerini sürdürmek ve komünal fonksiyonlar için kullandığından, doğanın insanlık tarafından talan edilme süreci henüz başlamamıştır.
Tarihte kadının sömürgeleştirilmesi ve buna bağlı olarak sınıfsal çelişkilerin ortaya çıkması ile komünal üretim modelinden çıkılmıştır. İlk sermayedar diyebileceğimiz kişilikler doğmaya başlamıştır. Tarımın ana sermaye ürünü haline gelmesi ile beraber daha fazla hasada sahip olan bölgeler, çevredeki toplumlar için ticaret merkezleri haline gelmeye başlayıp ilk devlet modelleri kurulmuştur. Böylece doğa, artık sermaye uğruna insanlık tarihinde ilk kez talana açılmıştır. İleri tarihsel süreçlerde henüz bir sanayileşme süreci olmadığı ve sermaye büyük oranda tek bir merkezin etrafında tekelleşmediği için bu talan süreci minimal düzeylerde kalsa da, 1500’lerde ham madde ihtiyacının kolonyalizm çağını açması ile sömürge bölgeleri Avrupa devletleri tarafından ekolojik açıdan da talan edilmeye başlanmıştır. Buradan gelen sermayenin ve oluşan pazarların doğurduğu burjuvazi sınıfının 1800’lerde iktidarı alması, Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirmesi ve emperyalizm çağına geçmesi ile en üst seviyelere ulaşmıştır. Kapitalist modernite artık doğa ile insan ilişkisini tamamen koparmış ve insanı doğa üstünde egemen kılarak doğayı kendi ihtiyaçlarına göre metalaştırmıştır.
Günümüzde gelinen süreçte ise artık doğanın talanı uluslararası çapta o kadar üst seviyelere çıkmıştır ki yaşamın her alanında insan onunla karşı karşıya kalmaktadır. Yaşadığımız kentlerin yapısı bile özel olarak karayolları ve toplu taşımadan alınması gereken kârı fazlalaştırmak adına doğayı talan ederek çarpıklaştırılmıştır. Uluslararası Enerji Ajansı, 2010 yılında, 2030 yılına kadar küresel enerji kullanımının %50’nin üzerinde artacağını ve fosil yakıtların hâlâ birincil enerji kaynağı olacağını öngörmüştür. Global Environmental Change dergisine göre, 1990’dan 2015 yılına kadar Amerika-AB ekseni, küresel çapta doğudan 12 milyar ton malzeme, 21 eksajül enerji ve 822 milyon hektar somut arazi tahsis etmiştir. Eğer bu sayıların büyüklüğü yüzünden anlaması zor bir cümle ise kısaca özetlenebilir ki batının tahsis ettiği ham madde ve kaynak, güney/doğu devletlerinin bütün insani yaşam faaliyetlerini, ihtiyaçlarını ve enerji altyapısını karşılamaya haliyle yeterlidir. Kongo ve Endonezya gibi ülkelerde ise madencilik uğruna uluslararası şirketler bölgelerin doğasını talan etmekte, büyük çapta orman yangınlarına yol açmakta ve binlerce, çoğu çocuk işçiyi, insanlık değerini alaşağı eden koşullarda çalıştırmaktadır. Ekolojik talanın sermaye uğruna en üst seviyelere taşınması ayrıyeten sadece insanları değil bütün biyoçeşitliliği etkilemektedir ki denizlerde bulunan balık nüfusu son 50 yılda balıkçılık pratikleri yüzünden WWF raporlarına göre %50 oranında düşmüştür.
Bu istatistikler önemlidir çünkü kapitalist toplumunun ekoloji politikasının önemli bir yüzünü bize gösterir. Kapitalist toplum sadece ekolojiyi talan etmiyor, bütün kentleşme ve ekonomi yapısını da bunun üstüne kurarak toplumu da o ekolojik talan üzerinden geçinmeye mahkûm kılıyor.
Daha fazla akaryakıt kârı üzerine toplumların çarpık kentleşmeye zorlanması, fosil yakıtlarının küresel ısınmanın ana kaynağı olmasına rağmen kapitalist ekonominin temel yapı taşı haline getirilmesi ve üretimin artırılması üzerine kararlar alınması hepsi bunun kanıtı niteliğindedir. İngiltere gibi büyük ülkelerde artık sömürü şartları o kadar ilerlemiştir ki ekonominin %80’i onun uluslararası çapta gerçekleştirdiği talandan gelmektedir. Fransa’nın ham madde ihtiyacı büyük oranda Afrika’daki Mali sömürgelerden ve buralardaki ekolojik talandan karşılanmaktadır. Birkaç burjuva devletinin sermaye ihtiyacı sadece insanoğlunu ekolojik talanın ürünlerine muhtaç bırakmayı da geçmiş, dünya nüfusunun çoğunu da kendi gelişmişliği pahasına gelişmekten alıkoyup sefalet içerisinde bırakmıştır. Kapitalist ekonomi bu bağlamda insanı kendi sonunu getirecek olan zincire bağlamıştır.
Kürdistan’da yaşanan ekolojik talan da sömürü siyasetinin silahlarından birisidir. GAP projesinin özellikle kırsaldaki su kaynaklarının kurumasına yol açması, Botan Dağları’ndaki ormanların talanı, Munzur Suyu için yürütülen baraj çalışmaları, Afrin’deki zeytin ağaçlarının kasıtlı talanı ve Hasankeyf’in sular altında kalması Kürt halkını ekolojisinden koparıp ya göçe zorlamakta ya da göçün zaten dayatıldığı yerlerde bölgede halktan miras kalan son kalıntıları yok ederek onların kimliğine karşı yürütülen imha siyasetinin bir sonucudur. Ekolojik talan bu şekilde halkların özyönetimine karşı da büyük bir tehdittir.
Sosyalizm ve öz yönetim mücadelesinde ekolojik toplum hedefi vazgeçilmez önemdedir. Ekolojinin kurtuluşu direkt olarak insanlığın kurtuluşu, ekolojinin imhası insanlığın imhası haline gelmiştir. Sermaye birikimi adına kazanamayacağı, sonu yok oluş olan savaşlara giren burjuvazi ancak kendi sınıf toplumunun aşılması ile durdurulabilecektir. Bu yüzden demokratik modernite paradigması ekolojiyi esas alır ki ekolojik siyaset halkların kendini yok oluştan kurtuluşu, ona karşı yürütülen imha siyasetine karşı özünü benimsemesidir.
-Mercan Fırat